Jetimin Koltuğu Atlastan


Hell yeah! Biz de sizi seviyoruz Atlas Jet! Zaten sizinkisi 77 cm.

Atlas Jet, Marka ile çalışmaya başladığından beri “biz ikinciyiz ama…” temalı, kompleks kokan reklamlardan bir türlü vazgeçemedi.

Birkaç yıl önce de “biz ikinciyiz ama bizimkisi 77 cm.” diye bi’ reklam sloganı uydurmuşlardı. Ali Sabancı’nın Pegasus toplantısında “bizimkisi 65 cm. ama vaktinde kalkıyor!” diyerek duruma açıklık getirdiğine dair çeşitli rivayetler var.

Bu cinsellik kokan sloganlar cirolara ne kadar etki etti bilemiyorum ama korktuğum bir şey var, Atlas Jet yakında yolcularına temelli talip olacak.

Önce “bizimkisi 77 cm,” diyerek şimdi “bacaklarınızı çok seviyoruz,” diyerek koltuk aralıklarını övüyorlar. Korkuyorum yakında götünüzü çok seviyoruz, koltuklarımız o yüzden bu kadar rahat, sizi kucaklamak istiyoruz diye reklam çıkmaya başlayacaklar.

Siz siz olun, THY’den vazgeçmeyin. Onlar hiç olmazsa finansal yönden tecavüz ediyorlar, çeşitli uzuvlarımıza talip değiller.

Aldığım duyumlara göre, son reklam filmini Kevin Costner ile çeken Türk Hava Yolları’na Atlas Jet, Jenna Haze ile yanıt verecekmiş. “Biz ikinciyiz ama hostesimiz aynı anda 7 yolcumuzla ilgileniyor. Çünkü biz yolcusunu en çok seven havayoluyuz ve sizinkine bayılıyoruz.”

Hiç bana kızmayın, önce siz başlattınız.

Devamını Okuyunuz

Tornacılar

Gene televizyon seyirciliğimin kurbanı olup bir şeyler öğrendim. Son neredeyse on hatta onbeş senedir Türk pop müziğine renk katmakta olan Serdar Ortaç’ın mesleğini öğrendim. Öğrendim ama, daha önceden de tahmin etmiş olmam gerektiği kafama iyice dank etti. Herhangi bir şarkıcı, ola ki Serdar Ortaç şarkısı söylüyorsa bunu kulağım kapalı bile bilebilirim. Çünkü tüm şarkılar aynı elden ve aynı ritim, ezgi, kafiye uyumu ve anlamsız söz dizelerinden oluşmakta. Mesela “şah değil, padişah değil, bezirgân değil” burada bezirgân olarak vezir kastediliyor. Mesela Bengü’nün yeni söylediği iki melek şarkısında geçen “Dolunay gibi tam hareketsiz”. Dolunay hareketsiz olan bir şeyin betimlemesini yapmak üzere kullanılabilecek bir obje midir? Yani tüm şarkıların kafiye için eklenilen kısımları adeta tornadan çıkmış gibi. Yani sahibinin ünlü olmadan önceki meşguliyetinin bir yansıması. Gerçi şarkıların hepsi hemen kendini benimsetiyor ve hiç yadırgamıyorsunuz ama uzun süre albümü dinlenirse herhalde beyin yıkaması gibi bir durum oluşması söz konusu.

Şarkılarından hep aynı ışığı aldığımız bir başka sanatçı da, şimdi göçmüş olan Yıldırım Gürses idi. Kendisi “Hafif Türk Sanat” müziği icra ediyordu ve şarkılarında hep bir hızlı ritim ve sevgi kelebeği teması işleniyordu. Yalnız kendisi sonradan olma, yani tornacıdan devşirme değildi.


Otuz yıl önce söylediği şarkıları hala daha aynı zevkle dinleyebildiğimiz kişi Erol Evgin’dir diyebilirim. Yeni şarkılarındansa eskileri daha bir hoşuma gider. E, adam ne de olsa mimar. Temeli sağlam atmış, üstü sağlam olmasa da sırf temelle işi götürüyor.

Gene hiç tarzını değiştirmeyen Ferdi Özbeğen, ki kendisi şeklini bir hayli değiştirmiş, bir de Ümit Besen, şu sıralar televizyonlarda pek bir sık görünür oldular. Onlar da yeni şarkılarındansa eskileriyle işi kotarıyorlar. Murat biladerimin bir arkadaşının teyzeoğlu olan Ümit Bey’i dinlemeye gittiklerinde istedikleri şarkıyı daha istek cümlesi bitmeden eski şarkıdan geçiş yapıp söylemeye başlamasıyla Murat’ın haklı takdirini kazanmışlığı da vardır.

Mustafa Sandal da aynı Serdar Ortaç gibi kalıbını ve kılıfını hiç değiştirmeyenlerden. “Förü de var özel mi özel” şarkısından bu yana hep aynı tip müzik ve kliplerinde hep aynı dans figürleriyle piyasada tutunan Mustafa’yı yapmış olduğu bir şarkıdan dolayı silmiş bulunuyorum. Mustafa, bir yerde melodisini duyduğu müziğin hiç araştırmasını yapmadan birebir alarak şarkıyı yapıp klibini çektiğinde acaba bir adamın müzik kariyerine engel olacağını biliyor muydu? TRT televizyonunda RİZİKO adlı yarışmanın spikerliği yapan Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun kendisine kariyer olarak şarkıcılığı seçip ilk albümünü hazırlarken albümün lokomotif parçası olarak seçtiği ve tüm Türkiye ve Balkanlarda telifini aldığı şarkısını daha albümün çıkmasına 2 hafta kala televizyonda kliplerinin döndüğünü görünce garibimin hevesi kursağında kalmış. Ve daha olmadan yok olmuş bir kariyere sahip olmasını Mustafa’yı mahkum ettirse de acaba tamir edebilir mi?

Eskilerden biri olan ve Türk pop müziğinin zamanının önemli isimlerinden olan Erkut Taçkın da o zamanlar müzikten fazla para kazanamayacağını anlamış olmalı ki gelir getirecek başka işlerin peşinde koşmuş ve Bankalar Caddesinde aydınlatma malzemeleri satmaya başlamıştı. Sırf kendisini görmek üzere bir defasında mağazasına girip ampul almışlığım bile vardır.

Ünlülerden daha doğrusu benim idollerimden biri olan, zamanında tuttuğum takım olan Göztepe ve Milli Takımın kalecisi olan Ali Artuner’in İzmir Kemeraltın’da bulunan ayakkabı mağazasının içerisine her geçişimde bir göz atar, eğer ki Ali’yi orada görürsem adeta penaltı kurtarmış kaleci hissiyatını yaşardım. Buradaki örnek ilgili kişinin mesleğine öykünülerek betimlenmiştir.
Devamını Okuyunuz

Arsa

Kaç zamandır aklımdaydı da nasıl yazsam diye kafamda kurgulayıp duruyordum. Eskiden mahalle aralarında boş arsalar vardı. Bu arsalar ya hiç üzerlerine bir şey yapılmamıştı veya eski ahşap binalar yanarak heba olduğundan kaldırılmış ve boş olarak muhafaza edilmekteydiler. Bu arsalar da mahallenin çocukları için en güzel oyun alanlarının başında geliyordu. O zamanlar arabalar bu kadar çok olmadığından ve otopark mafyası gibi oluşumlar da türememiş olduğundan, sahipleri ölmüşse veya bir şekilde üzerlerine yeni bir şeyler kondurmamışlarsa birileri buraları sahiplenmiyorlardı. Sadece yakacak odun satan oduncularla nasıl olduysa yürüyemeyecek durumda hurda hale gelmiş motoru sökülmüş araçlar bu arsalara terk ediliyorlardı.

Futbol oynamayı seven mahallenin oğlanlarının en gözde oyun sahaları tabi bu arsalar oluyordu. Sokaklarda da top oynadığımız oluyordu. Ancak dar olan sokakta karşıdakini geçmek çok kolay olmadığı gibi aralarda geçen arabalar yüzünden oyun sık sık durduruluyor, araba geçtikten sonra herkesler oyun durduğu andaki pozisyonuna geri dönüp kaldığı yerden oyunu sürdürüyordu. Tabi bu arada bazı uyanıklar durumlarını biraz daha iyileştirdikleri gibi hızla gitmekte olan oyuncu da durmak zorunda olduğundan o ataktan hayır gelmiyordu.
Bakırköy’de hatırladığım ve çok uzun süreler boş olan arsa üzerinde top oynamak da diğer arsalarda oynamak kadar zevkliydi. Arsa büyük olduğundan kenardaki oduncunun dizip ara sıra ağır çeksin diye suladığı odunlardan uzak mutlu mesut yaşıyorduk. Tabi arada orantısız güç kullananların savurduğu şutlar odunlara çarpsa da o zamanlar çoklukla kullanılan plastik veya daha sonraları çıkan ve “onbeş liralık top” diye anılan topların güçleri fazla olmadığından odunlara zarar veremedikleri gibi odunun üzerindeki kabuğun ters bir yerine çarparak kendilerini patlattıklarına da çok rastlanıyordu.
Gene bir maç yapmış olmanın dayanılmaz yorgunluğu içerisinde sokağımıza doğru giderken köşedeki oduncunun bize gelip odunlarını yıktığımızı şikayeti hala aklımdadır. Biz bir şey yapmadık demeye çalışsak da adamın “SİZ YAPTIZ” deyişini hiç unutamam. Sonuçta adam bir şey elde edemedi ama bana bu yazıyı yazarken birkaç satır kazandırmış oldu.
Bir yaz tatilimizde ninemin bir mektubunu postaya vermek üzere Bakırköy merkeze inmiştim. Dönüşte de minibüslerin geçtiği İncirli Caddesi yerine önce cami içerisinden geçip daha sonra arsanın da bulunduğu sokaktan geçerken arkadaşlarımın top oynamak üzere arsada toplandıklarını gördüm. Normal şartlarda oyun oynamak üzere dışarı çıkmamış olduğumdan annemlere haber vermem ve maça öyle başlamam gerekti ama maçın başlamak üzere oluşu ve serde çocukluk oluşundan maça başladım. Bu arada da evde gün olduğunu ve evde birden fazla misafir teyze olduğunu da antiparantez belirtmeliyim.

Maç için taştan kaleler kullanıyorduk ve bazen top kalenin tam taşının üzerinden geçtiğinde taraflar arasında anlaşmazlık da çıkmıyor değildi. O zamanki maçlar iki devre olarak oynanırdı ve en popüler olanı “Beşte devre Onda biter” olanından oynamaya karar verilmişti. Maç beşte devre onda biter şeklinde oynandığından onuncu gol herhangi bir taraf tarafından atılana kadar devam edeceğinden oyunun ne kadar süreceği tamamen iki tarafın o günkü performansına kalmıştı. Genellikle takımların gücü oyun başladıktan sonra belli olsa da bu gücü eşitleyecek bir oyuncu değişikliğine gidilmez ve ilk yarıda kim nasıl oynadıysa ikinci yarıda da aynı oyun devam edeceğinden maçlarda skor ilk yarının iki katı gibi biterdi.
Şimdi benim maç yapıma gelirsek, arkadaşlarımın arasında kısa boylu sayılmayacak bir fiziğimi ve ilkokul ikinci sınıftan beri takmakta olduğum gözlüğümü düşünerek kendimi oyun içerisine fazla sokmadan ve tüm oyunu kontrol edebilecek konumda genellikle defansta yer alırım. Bu sayede hem uzaktan gelen şutlarda hem de topu hep önümde kalacak şekilde karşıladığımdan daha kontrollu bir oyun oynardım.
O günse farklı bir oyun oynayasım gelmişti. İlk yarıyı 5–1 gibi kötü bir skorla geride bitirince biraz inisiyatifi almak ihtiyacını hissetmiştim. İkinci yarıdaki oyunumu düşünüyorum da “acaba içime bir uzaylı mı girmişti?” diye sorasım gelmiyor da değil. Rakip de ilk yarıda beşe karşı bir gol yemiş olduğu için hafife alınacak bir durumda da değildi. Ama sahada bir dev vardı. Allem ettim, kalem ettim ve sonuçta maçı ona dokuz kazandık. Bu arada öyle hırla oynamıştım ki bir mücadele esnasında yaklaşık bel hizasında bir topa kafa ile müdahale ederken fazla kalkmış bir ayağın ucu gözümün kenarına isabet etmiş ve küçük bir kanama olmuştu. Ancak içime giren uzaylı yüzünden bu durumu fazla da önemsememiştim. Muhteşem oyunumu gollerle süsledikçe gaza gelmiştim ve durumdan tırsan rakibin de paniklemesinden maçı koparıp galibiyeti kotarmıştık.
Maç sona erdiğinde mağrur bir eda ile sokağımın yolunu tuttum. Hava da bir yaz günü olması nedeniyle sıcak, evde de gün olması nedeniyle midevi zevkleri doruğa çıkaracak beslentilerle dolu olduğundan zaten işini yapmış adamların gururlu hisleriyle eve vardım. (az önceki cümlede şimdiye kadar Türkçede var olmadığına inandığım bir kelime kullandım, inşallah ileride “öz itişimli oturgaçlı götürgeç” veya “gök konutsal avrat” benzeri kulaklarda yer edebilirse ne mutlu bana). Kapıyı çalıp da kan ter içerisinde beni karşısında gören annem önce beni karşısında etli ve canlı gördüğü için biraz rahatladı ama ter ve özellikle kan içerisinde olmamdan fena halde şaşırarak panikledi. Bense bırakın durumumda bir farklılık görmek, zafer kazanmış kumandan edasında olduğumdan annemin paniğine bir anlam veremedim. Yüzüme gerekli pansuman yapılırken kaşımın yanındaki tekmenin de hatırı sayılır bir darbe olduğun geç de olsa anlamıştım.
Çocukluğumuzdaki bahçeye çıkma özgürlüğünün ne kadar hoş bir şey olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz diye düşününce bunun çok da mümkün olmadığını ancak güvenli siteler içerisinde parka çıkabilen yeni neslin ne kadar da dış dünyadan kopuk oldukları için bize göre şansız olduklarını görebiliyorum. Birkaç sene evvel bir İngiliz yazarın sırf bu sebepten, yani sokakta oynayan çocuk olmadığından sokağa fırlama riski azaldığından sokak aralarında giden araçların hızlarının arttığını gözlemleyen yazısını okuduğumdan beri bu konu kafamdan çıkmıyor.
Kutlunun Katkısı:
Evet, ilkokuldayken karşılaşan arkadaşların “nereye gidiyorsunuz?” sorusuna cevaben “Arsaya, maçımız var” cevabı kulaklarımda yakılanıyor, o yıllarda Arsa = Mahallenin Stadyumu demekti. mahalle maçlarında her mahallenin bir arsası vardı, maçtan önce kimin arsasında yapılacağı konuşulurdu, o yıllarda arsa kelimesinin anlamını bilmediğimden halen bana futbol oynanacak sahanın da ötesinde arkadaşları aradığımda onları bulacağım yer mânâsını verir.
Devamını Okuyunuz

Merhaba Bize ve Sizlere


Cuma Yazıları, bir grup arkadaşın zaman içersinde birbirleri ile paylaştıkları ve birbirlerine gönderdiği hoşça mektuplardan, anılardan ve yaşanmışlıklardan oluşmuş ve oluşacak bir yazı zinciridir. Kendi aramızda olmasın insanca olsun bir pencerede biz açalım ruh ve gönüllerinize diyerek bu blog sayfasında yazmaya karar verdik. Umarız beğenir ve bizi ziyaretinizde hoşça zamanlar geçirirsiniz okuyarak.

Saygı ve Sevgiyle.
Devamını Okuyunuz