Jetimin Koltuğu Atlastan


Hell yeah! Biz de sizi seviyoruz Atlas Jet! Zaten sizinkisi 77 cm.

Atlas Jet, Marka ile çalışmaya başladığından beri “biz ikinciyiz ama…” temalı, kompleks kokan reklamlardan bir türlü vazgeçemedi.

Birkaç yıl önce de “biz ikinciyiz ama bizimkisi 77 cm.” diye bi’ reklam sloganı uydurmuşlardı. Ali Sabancı’nın Pegasus toplantısında “bizimkisi 65 cm. ama vaktinde kalkıyor!” diyerek duruma açıklık getirdiğine dair çeşitli rivayetler var.

Bu cinsellik kokan sloganlar cirolara ne kadar etki etti bilemiyorum ama korktuğum bir şey var, Atlas Jet yakında yolcularına temelli talip olacak.

Önce “bizimkisi 77 cm,” diyerek şimdi “bacaklarınızı çok seviyoruz,” diyerek koltuk aralıklarını övüyorlar. Korkuyorum yakında götünüzü çok seviyoruz, koltuklarımız o yüzden bu kadar rahat, sizi kucaklamak istiyoruz diye reklam çıkmaya başlayacaklar.

Siz siz olun, THY’den vazgeçmeyin. Onlar hiç olmazsa finansal yönden tecavüz ediyorlar, çeşitli uzuvlarımıza talip değiller.

Aldığım duyumlara göre, son reklam filmini Kevin Costner ile çeken Türk Hava Yolları’na Atlas Jet, Jenna Haze ile yanıt verecekmiş. “Biz ikinciyiz ama hostesimiz aynı anda 7 yolcumuzla ilgileniyor. Çünkü biz yolcusunu en çok seven havayoluyuz ve sizinkine bayılıyoruz.”

Hiç bana kızmayın, önce siz başlattınız.

Devamını Okuyunuz

Tornacılar

Gene televizyon seyirciliğimin kurbanı olup bir şeyler öğrendim. Son neredeyse on hatta onbeş senedir Türk pop müziğine renk katmakta olan Serdar Ortaç’ın mesleğini öğrendim. Öğrendim ama, daha önceden de tahmin etmiş olmam gerektiği kafama iyice dank etti. Herhangi bir şarkıcı, ola ki Serdar Ortaç şarkısı söylüyorsa bunu kulağım kapalı bile bilebilirim. Çünkü tüm şarkılar aynı elden ve aynı ritim, ezgi, kafiye uyumu ve anlamsız söz dizelerinden oluşmakta. Mesela “şah değil, padişah değil, bezirgân değil” burada bezirgân olarak vezir kastediliyor. Mesela Bengü’nün yeni söylediği iki melek şarkısında geçen “Dolunay gibi tam hareketsiz”. Dolunay hareketsiz olan bir şeyin betimlemesini yapmak üzere kullanılabilecek bir obje midir? Yani tüm şarkıların kafiye için eklenilen kısımları adeta tornadan çıkmış gibi. Yani sahibinin ünlü olmadan önceki meşguliyetinin bir yansıması. Gerçi şarkıların hepsi hemen kendini benimsetiyor ve hiç yadırgamıyorsunuz ama uzun süre albümü dinlenirse herhalde beyin yıkaması gibi bir durum oluşması söz konusu.

Şarkılarından hep aynı ışığı aldığımız bir başka sanatçı da, şimdi göçmüş olan Yıldırım Gürses idi. Kendisi “Hafif Türk Sanat” müziği icra ediyordu ve şarkılarında hep bir hızlı ritim ve sevgi kelebeği teması işleniyordu. Yalnız kendisi sonradan olma, yani tornacıdan devşirme değildi.


Otuz yıl önce söylediği şarkıları hala daha aynı zevkle dinleyebildiğimiz kişi Erol Evgin’dir diyebilirim. Yeni şarkılarındansa eskileri daha bir hoşuma gider. E, adam ne de olsa mimar. Temeli sağlam atmış, üstü sağlam olmasa da sırf temelle işi götürüyor.

Gene hiç tarzını değiştirmeyen Ferdi Özbeğen, ki kendisi şeklini bir hayli değiştirmiş, bir de Ümit Besen, şu sıralar televizyonlarda pek bir sık görünür oldular. Onlar da yeni şarkılarındansa eskileriyle işi kotarıyorlar. Murat biladerimin bir arkadaşının teyzeoğlu olan Ümit Bey’i dinlemeye gittiklerinde istedikleri şarkıyı daha istek cümlesi bitmeden eski şarkıdan geçiş yapıp söylemeye başlamasıyla Murat’ın haklı takdirini kazanmışlığı da vardır.

Mustafa Sandal da aynı Serdar Ortaç gibi kalıbını ve kılıfını hiç değiştirmeyenlerden. “Förü de var özel mi özel” şarkısından bu yana hep aynı tip müzik ve kliplerinde hep aynı dans figürleriyle piyasada tutunan Mustafa’yı yapmış olduğu bir şarkıdan dolayı silmiş bulunuyorum. Mustafa, bir yerde melodisini duyduğu müziğin hiç araştırmasını yapmadan birebir alarak şarkıyı yapıp klibini çektiğinde acaba bir adamın müzik kariyerine engel olacağını biliyor muydu? TRT televizyonunda RİZİKO adlı yarışmanın spikerliği yapan Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun kendisine kariyer olarak şarkıcılığı seçip ilk albümünü hazırlarken albümün lokomotif parçası olarak seçtiği ve tüm Türkiye ve Balkanlarda telifini aldığı şarkısını daha albümün çıkmasına 2 hafta kala televizyonda kliplerinin döndüğünü görünce garibimin hevesi kursağında kalmış. Ve daha olmadan yok olmuş bir kariyere sahip olmasını Mustafa’yı mahkum ettirse de acaba tamir edebilir mi?

Eskilerden biri olan ve Türk pop müziğinin zamanının önemli isimlerinden olan Erkut Taçkın da o zamanlar müzikten fazla para kazanamayacağını anlamış olmalı ki gelir getirecek başka işlerin peşinde koşmuş ve Bankalar Caddesinde aydınlatma malzemeleri satmaya başlamıştı. Sırf kendisini görmek üzere bir defasında mağazasına girip ampul almışlığım bile vardır.

Ünlülerden daha doğrusu benim idollerimden biri olan, zamanında tuttuğum takım olan Göztepe ve Milli Takımın kalecisi olan Ali Artuner’in İzmir Kemeraltın’da bulunan ayakkabı mağazasının içerisine her geçişimde bir göz atar, eğer ki Ali’yi orada görürsem adeta penaltı kurtarmış kaleci hissiyatını yaşardım. Buradaki örnek ilgili kişinin mesleğine öykünülerek betimlenmiştir.
Devamını Okuyunuz

Arsa

Kaç zamandır aklımdaydı da nasıl yazsam diye kafamda kurgulayıp duruyordum. Eskiden mahalle aralarında boş arsalar vardı. Bu arsalar ya hiç üzerlerine bir şey yapılmamıştı veya eski ahşap binalar yanarak heba olduğundan kaldırılmış ve boş olarak muhafaza edilmekteydiler. Bu arsalar da mahallenin çocukları için en güzel oyun alanlarının başında geliyordu. O zamanlar arabalar bu kadar çok olmadığından ve otopark mafyası gibi oluşumlar da türememiş olduğundan, sahipleri ölmüşse veya bir şekilde üzerlerine yeni bir şeyler kondurmamışlarsa birileri buraları sahiplenmiyorlardı. Sadece yakacak odun satan oduncularla nasıl olduysa yürüyemeyecek durumda hurda hale gelmiş motoru sökülmüş araçlar bu arsalara terk ediliyorlardı.

Futbol oynamayı seven mahallenin oğlanlarının en gözde oyun sahaları tabi bu arsalar oluyordu. Sokaklarda da top oynadığımız oluyordu. Ancak dar olan sokakta karşıdakini geçmek çok kolay olmadığı gibi aralarda geçen arabalar yüzünden oyun sık sık durduruluyor, araba geçtikten sonra herkesler oyun durduğu andaki pozisyonuna geri dönüp kaldığı yerden oyunu sürdürüyordu. Tabi bu arada bazı uyanıklar durumlarını biraz daha iyileştirdikleri gibi hızla gitmekte olan oyuncu da durmak zorunda olduğundan o ataktan hayır gelmiyordu.
Bakırköy’de hatırladığım ve çok uzun süreler boş olan arsa üzerinde top oynamak da diğer arsalarda oynamak kadar zevkliydi. Arsa büyük olduğundan kenardaki oduncunun dizip ara sıra ağır çeksin diye suladığı odunlardan uzak mutlu mesut yaşıyorduk. Tabi arada orantısız güç kullananların savurduğu şutlar odunlara çarpsa da o zamanlar çoklukla kullanılan plastik veya daha sonraları çıkan ve “onbeş liralık top” diye anılan topların güçleri fazla olmadığından odunlara zarar veremedikleri gibi odunun üzerindeki kabuğun ters bir yerine çarparak kendilerini patlattıklarına da çok rastlanıyordu.
Gene bir maç yapmış olmanın dayanılmaz yorgunluğu içerisinde sokağımıza doğru giderken köşedeki oduncunun bize gelip odunlarını yıktığımızı şikayeti hala aklımdadır. Biz bir şey yapmadık demeye çalışsak da adamın “SİZ YAPTIZ” deyişini hiç unutamam. Sonuçta adam bir şey elde edemedi ama bana bu yazıyı yazarken birkaç satır kazandırmış oldu.
Bir yaz tatilimizde ninemin bir mektubunu postaya vermek üzere Bakırköy merkeze inmiştim. Dönüşte de minibüslerin geçtiği İncirli Caddesi yerine önce cami içerisinden geçip daha sonra arsanın da bulunduğu sokaktan geçerken arkadaşlarımın top oynamak üzere arsada toplandıklarını gördüm. Normal şartlarda oyun oynamak üzere dışarı çıkmamış olduğumdan annemlere haber vermem ve maça öyle başlamam gerekti ama maçın başlamak üzere oluşu ve serde çocukluk oluşundan maça başladım. Bu arada da evde gün olduğunu ve evde birden fazla misafir teyze olduğunu da antiparantez belirtmeliyim.

Maç için taştan kaleler kullanıyorduk ve bazen top kalenin tam taşının üzerinden geçtiğinde taraflar arasında anlaşmazlık da çıkmıyor değildi. O zamanki maçlar iki devre olarak oynanırdı ve en popüler olanı “Beşte devre Onda biter” olanından oynamaya karar verilmişti. Maç beşte devre onda biter şeklinde oynandığından onuncu gol herhangi bir taraf tarafından atılana kadar devam edeceğinden oyunun ne kadar süreceği tamamen iki tarafın o günkü performansına kalmıştı. Genellikle takımların gücü oyun başladıktan sonra belli olsa da bu gücü eşitleyecek bir oyuncu değişikliğine gidilmez ve ilk yarıda kim nasıl oynadıysa ikinci yarıda da aynı oyun devam edeceğinden maçlarda skor ilk yarının iki katı gibi biterdi.
Şimdi benim maç yapıma gelirsek, arkadaşlarımın arasında kısa boylu sayılmayacak bir fiziğimi ve ilkokul ikinci sınıftan beri takmakta olduğum gözlüğümü düşünerek kendimi oyun içerisine fazla sokmadan ve tüm oyunu kontrol edebilecek konumda genellikle defansta yer alırım. Bu sayede hem uzaktan gelen şutlarda hem de topu hep önümde kalacak şekilde karşıladığımdan daha kontrollu bir oyun oynardım.
O günse farklı bir oyun oynayasım gelmişti. İlk yarıyı 5–1 gibi kötü bir skorla geride bitirince biraz inisiyatifi almak ihtiyacını hissetmiştim. İkinci yarıdaki oyunumu düşünüyorum da “acaba içime bir uzaylı mı girmişti?” diye sorasım gelmiyor da değil. Rakip de ilk yarıda beşe karşı bir gol yemiş olduğu için hafife alınacak bir durumda da değildi. Ama sahada bir dev vardı. Allem ettim, kalem ettim ve sonuçta maçı ona dokuz kazandık. Bu arada öyle hırla oynamıştım ki bir mücadele esnasında yaklaşık bel hizasında bir topa kafa ile müdahale ederken fazla kalkmış bir ayağın ucu gözümün kenarına isabet etmiş ve küçük bir kanama olmuştu. Ancak içime giren uzaylı yüzünden bu durumu fazla da önemsememiştim. Muhteşem oyunumu gollerle süsledikçe gaza gelmiştim ve durumdan tırsan rakibin de paniklemesinden maçı koparıp galibiyeti kotarmıştık.
Maç sona erdiğinde mağrur bir eda ile sokağımın yolunu tuttum. Hava da bir yaz günü olması nedeniyle sıcak, evde de gün olması nedeniyle midevi zevkleri doruğa çıkaracak beslentilerle dolu olduğundan zaten işini yapmış adamların gururlu hisleriyle eve vardım. (az önceki cümlede şimdiye kadar Türkçede var olmadığına inandığım bir kelime kullandım, inşallah ileride “öz itişimli oturgaçlı götürgeç” veya “gök konutsal avrat” benzeri kulaklarda yer edebilirse ne mutlu bana). Kapıyı çalıp da kan ter içerisinde beni karşısında gören annem önce beni karşısında etli ve canlı gördüğü için biraz rahatladı ama ter ve özellikle kan içerisinde olmamdan fena halde şaşırarak panikledi. Bense bırakın durumumda bir farklılık görmek, zafer kazanmış kumandan edasında olduğumdan annemin paniğine bir anlam veremedim. Yüzüme gerekli pansuman yapılırken kaşımın yanındaki tekmenin de hatırı sayılır bir darbe olduğun geç de olsa anlamıştım.
Çocukluğumuzdaki bahçeye çıkma özgürlüğünün ne kadar hoş bir şey olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz diye düşününce bunun çok da mümkün olmadığını ancak güvenli siteler içerisinde parka çıkabilen yeni neslin ne kadar da dış dünyadan kopuk oldukları için bize göre şansız olduklarını görebiliyorum. Birkaç sene evvel bir İngiliz yazarın sırf bu sebepten, yani sokakta oynayan çocuk olmadığından sokağa fırlama riski azaldığından sokak aralarında giden araçların hızlarının arttığını gözlemleyen yazısını okuduğumdan beri bu konu kafamdan çıkmıyor.
Kutlunun Katkısı:
Evet, ilkokuldayken karşılaşan arkadaşların “nereye gidiyorsunuz?” sorusuna cevaben “Arsaya, maçımız var” cevabı kulaklarımda yakılanıyor, o yıllarda Arsa = Mahallenin Stadyumu demekti. mahalle maçlarında her mahallenin bir arsası vardı, maçtan önce kimin arsasında yapılacağı konuşulurdu, o yıllarda arsa kelimesinin anlamını bilmediğimden halen bana futbol oynanacak sahanın da ötesinde arkadaşları aradığımda onları bulacağım yer mânâsını verir.
Devamını Okuyunuz

Merhaba Bize ve Sizlere


Cuma Yazıları, bir grup arkadaşın zaman içersinde birbirleri ile paylaştıkları ve birbirlerine gönderdiği hoşça mektuplardan, anılardan ve yaşanmışlıklardan oluşmuş ve oluşacak bir yazı zinciridir. Kendi aramızda olmasın insanca olsun bir pencerede biz açalım ruh ve gönüllerinize diyerek bu blog sayfasında yazmaya karar verdik. Umarız beğenir ve bizi ziyaretinizde hoşça zamanlar geçirirsiniz okuyarak.

Saygı ve Sevgiyle.
Devamını Okuyunuz

Ön Yargılar

Önyargılarım Akşamları Saba Tümer’i seyrediyor musunuz? Haber Türk adlı kanalda akşam onbir civarı her telden, her türden gündemdeki, meşhur veya tanıdığı kişileri çıkartıp onlarla biraz sohbet ederken biraz da sanki kendini göstermek istermişçesine, konu ne olursa olsun gözlerini belertip ağzını kocaman açarak şaşırmalar, şuh kahkahalar, ama sonucunda sıcak hoş bir sohbet gerçekleştirerek insana biraz boş biraz da hoş zaman kaybettirip akşam kafayı boşaltan bir program yapıyor. Konuklarından sonuncusu geçen akşam Ümit Tokcan vardı. Hani daha önceki bir yazımda konusunu etmiş, yıllar önce bir gazetenin kadın ekinde hain bir katili canlandırdığı için gıcık olmuşluğum olan, ama son zamanlarda belki artık yaş kemale erdiğinden eski dostlar olan bu duayen sanatçıların hepsine duyduğum saygının bir yansıması, ya da belki artık kendisinin bile hatırlayamayacağı, kıçı kırık bir rol yüzünden kendisine uzun yıllar haksızlık etmiş olmanın dayanılmaz hafifliğinden son zamanlarda, hele ki kendisini Cuma köşeme konuk ettiğimden beri bir ısınma, bir yakınlaşma hissediyordum. Dün akşam programı seyrederken ise ne düşüneceğimi bilemeyip ikilemde kaldım.
Önce yakın zamanlarda yaptığı bir enayiliği duyunca içimde bir acıma duygusu belirdi. Evden çıkmak üzere iken kravatının buruşuk olduğunu görüp ütülemek için çıkarmaya üşenince, üzerinde ütülemeye kalkmış. Buraya kadar ve ütüyü kravata basana kadar her şey makul ve mantıklı gözükse de kravatın iyi ütülenip ütülenmediğine bakmak için aynayı kullanmadan ve ütüyü kravatın üzerinden çekmeden kafayı eğince o sırada ütülemekte olduğu üst kısma yakın olan ütünün ucunu çenesiyle göğsüne doğru bastırınca kızgın ütü göğsüne yapışıp canını bayağı bir yakmış. Peşinden aynı programa katılan arkadaşının onun vakti zamanında katıldığı bir Sümer Ezgü programındaki anısını anlatınca kendisi hakkında boş yere senelerce o hissimi korumadığıma kani oldum. TRT’de canlı yayınlanan bir yayın esnasında hava olsun diye Sümer Ezgü tarafından stüdyoya getirilip ortalığa salınmış güvercin masanın üzerinde yürürken oracığa pisleyince, hazret canlı yayını bile dinlemeden Sümer’e dönüp “amma kötü program yapıyorsun bak güvercin bile ederim böyle programın içine diyor” diyerek muhtemeldir ki o günden bu yana Sümer Ezgü’nün de benimle kendisi hakkında aynı hisleri beslemesine yol açmıştır diye düşünüyorum.
Bir de gıcık olduğum Can vardı. Üniversitede okurken benim gibi elektronik mühendisliği bölümünde ama bizden daha önce okula başlamış ama iyi bir öğrenci olduğundan kalmış olduğu derslerden bazılarında o tekrar ederken birlikte okuma şansım (belki de şanssızlığım olmuştu). Onu ilk bilgisayar dersinde fark edip adamakıllı gıcık olmuştum. O zamanlar daha bilgisayar denince, lafını bile duyduğumuzda önümüzü iliklerken, ki gerçeğini görmek zaten pek mümkün değildi, ilk dersimizde hocamız Cem Kum Bey’in bizleri derse katmak adına sınıfa dönüp yazdığı programda kullanmak üzere değişken ismi istediğinde konumuzun kahramanı olan Can, o anda bana göre, olanca gıcıklığı ile değişken ismi olarak ENAYİ seçeneğini sunmuştu. Hocamız da hem bu laf öğrenciler arasından geldiğinden hem de insanların bilgisayara olan korkularını ve çekingenliklerini yeneceğini düşünüp büyük bir memnuniyetle bu ismi kabul etmişti. Etmişti ama benim de derse olan tüm saygım yitip gitmişti. Ne münasebet, saygın bir derste, nasıl böyle bir enayilik yapılabilirdi ki? İşte bu hislerden dolayı hem dersi dinleme hem de dersi sevme konusunda bir hayli yara aldım. Halbuki o bilgisayar dersi ki benim daha sonraki hayatımı kazanmamdaki en önemli role sahipti. Can’ı o dersten sonra diğer bilgisayar derslerinde de artık hocamızı da ele geçirmiş olmanın ukalalığı ile bazen UKALA, bazen SALAK gibi nezih değişkenler bulma konusunda yaratıcılığını doruklara tırmandırırken gözümde de çukurların ters doruklarına doğru emin adımlarla gidiyordu. Tüm bu enayiliklerin üzerine bir de ders aralarında elinden düşürmediği piposuyla benim gibi bir tütün karşıtına karşı yapılmaması gerekenleri yapıp tüm haklarını kaybetmişti.
Ne var ki mezun olduktan sonra devam ettiğim İstanbul İşletme de aynı sınıfa düşüp bir de aynı sıraya konuşlanıp da kendisini daha yakından tanıyınca önceki dört sene kendisini her gördüğümde tepeye vuran gıcıklık katsayımı hiç de hak etmediğini gördüm. E be kardeşim, nereden çıkardın şu enayi enayiliğini.
Peki gıcık olmak istediğim ama şirinliğinden ötürü de bir türlü gıcık olamadıklarım da var tabi. Bunlardan en birincisi Mithat Körler. O ne şirinliktir yarabbi. Adamın sanki bir şirinlik muskası olan tombik yanaklarını sallandıra sallandıra bir gamzelerini çıkarışı vardır ki yaptığı o dinlemenin zül olduğu şarkılarına bile katlanası gelir insanın. Ama uyanık olmadığı da kesinlikte söylenemez. Hem memleketi Eskişehir’i hem de Türk Milli takımlarını desteklemek gibi bir misyon taşıdığından hemşericilik ve milli hamasiyet sebebiyle bir türlü ortalıktan kaybolup da gidemez. Aynı duyguyu sesinin o ince ve neredeyse dinlenmemeli olarak nitelendirilmesi gerektiği halde, daha iyi yaptığı dansı bıraktıktan sonra bizlere eza olsun diye şarkı söylemeye başlayıp neyse ki parayı söylerken değil de söyleyenlere kaset yaparken daha kolay kazanıldığını fark ettiğinden şarkı söylemeyi sadece dost toplantılarına ve nostalji programlarına saklayan Hakan bey için de söyleyebiliriz. Beni doğduğundan beri yakinen tanıyan kardeşim mutlaka buna itiraz edip, kendisinin kasetlerini alıp dinlediğimiz söyleyecek olsa da, bu durumda diyeceğim tek şey kendisine ait tek kaseti aldığım ve bunu bir misyon gerçekleştirip en yakası açılmadık, yani tanınmamış, yeni yetenekleri topluma kazandırma adına yaptığımı söyleyerek yukarıdaki sözlerimin arkasında mağrur ve eğilmeden duruşumu gösterebilirim.
Güzel yaptığı işi yarıda bırakıp abuk subuk işler yapanlardan bir başkası da gene eski dansçılardan çıktı bana göre. Kardeşi veya yanılıyorsam kuzeni Coşkun gibi dansçı olan Yasemin de dans etmeyi bırakıp, ilk özel televizyonumuz olan Mecik Star’ın dolduruşuyla akşam onikiden sonra kameraya doğru poposunu sallayarak deli olan kanımı iyice kaynatsa da, güzel dans etmesine rağmen ortamı Oya Bale Grubuna terk etmiş olması sebebiyle asla affetmeyeceğim bir yitik. Acaba şimdilerde ne yapıyordur? Söz dansçılardan açılınca adını anmadan geçilmeyeceklerden en önde geleni Yonca olacaktır. Gene bir misyon sahibi olmanın gereği ilk kasetini daha piyasaya çıkar çıkmaz almış olan bendeniz, Hakan Peker’den farklı olarak kendisinin takip eden tüm kasetlerini de edinerek desteğimi sonsuza kadar sürdürdüysem de Huysuz’la beraber yaptığı programdaki anlamsız jüri üyeliği sebebiyle gözümde değerini biraz düşürdüğü gibi, Huysuz’un rahatsızlanıp da bayıldığı pozisyonda olayın bir şov olduğunu zannederek attığı zoraki kahkahası başkalarında aynı etkiyi yarattı mı bilmiyorum ama benim iyice tepkimi almıştı. Halbuki ne şirin rollerde Devekuşu Kabare ile sahne almıştı. Hem dansı, ki Oya Bale Grubu tadında, hem de çatal sesiyle şirin kız çocuğu rolleri kendi adına bir şeyler yapıp meşhur olduktan sonra dinlediğim ve seyrettiğim Zeki-Metin kabarelerinde karşımıza çıkmıştı.
Pekiiii. Çocukken annenizin elini tutmuş da alışverişe gittiğinizde karşınıza Evcimik çıksa ne yaparsınız? Tek doğru cevap tabi onun o olduğunu inkar edip annenizi dövmeye başlarsınız değil mi? Bu konuya nereden girdin diye soracak olursanız, Yonca’nın o en meşhur olduğu sıralarda yeğenim Irmak’ın karşısına çıkması var ki bu da anlatılmadan geçilmeyecek bir olay. Annesiyle alış veriş yaparken, muhtemelen bakkal veya manavda Yonca karşılarına çıktığında ablam olanca içtenliğiyle kendisini tanıyıp tanımadığını sorduğunda, meşhur bir kişiyi görüp de mahcup olan Irmak’ın annesine vurarak gördüklerinin her zaman televizyonda izleyip de danslarını taklit ettiği kişi olduğunu inkar etmesi on yaş öncesi çocukların aynı durumda verdikleri tıpkı basım (klişe) bir harekettir diyorum ve yazıma da noktamı koyuyorum.

-Simten Ablamızın Katkısı;
Canim kuzenim Mehmet ve diger gurup okuyuculari, Valla her nekadar onceden Carolyn Myssin," insanlar gurup halinde renkarne oluyorlarlar," desede vede,' onceden aramizda kontratlar yaparak bu dunyaya geliyoruz,' desede inanamiyordum ama bu emmeoglumun son yazisindan sonra inandim simdi.
Niyesine gelice sevgili okuyucularim,
27 sene USa da yasadim su anda Almanyadayim. Ama bu senelere baslamadan evvel 2 senede Jeddah Suudi Arabistanda yasadim. Orada 4 kiz ayni evde kalirdi lojmanda, 2 kizda ayni odayi paylasirdi. Iste bu evlerde bendeniz yasarken Ferzan arkadasimla ayni evde hosteslige baslamistik.
Aradan 20 sene gectikten sonra, ben aklim kemale gelipte, ODTu ye 500 kusur fen puani ile girip sonrada babama inat okumayi birakip hosteslige basladiktan cok seneler sonra, tip okumaya basladigimda Mayland universitesinde, bu bahsettigim Ferzan arkadasimla karsilastim. Hele bide ordaki graduate ve under garad talebelerin Turk ogrenciler talebe cemiyetlerinin baskanligini yaparken, okuldaki nadir kurulan pazarlari yardimcimla geziyorduk. "Ya sen soole durda ben su kupelere bakiyim, adeta turk-islerine benziyorlar demeye ,' kalmadan cocuga Ferzanla gozgoze geldik. Uzun lafin kisasi Ciddede biraktigimiz arkadasliga yeniden baslamis olduk 20 sene sonra. Ben Marylandde oturuyorum oda Virginiada, Ferzanda o sirada gumus isine girmis bizim okulada satisa gelmis. Gel zaman git zaman efendime soyliyeyim, bu arkadaslik isi iyice samimiyete donustu bugunde Ferzan sayesinde Umit Tokcani sevenler dernegine facebookta uye oldum. 'Aha ne alakasi var ', demek icin sakin acele etmeyin bakalim hemen.
Efendim Ferzan arkadasimin birde Lalehan diye bir kizkardesi var. Bu kizcagiz babasi yasindaki Umit Tokcana asik olmus, aileside cok utandigindan onun dugununu Amerikada yapmaya karar verince Ferzan kiz kardesi icin sorumlulugunu uzerine alarak gorevi geregi kizkardesine guzel bir dugun yapti. Iste o zaman bende Umit beyle; abimiz desem dahami dogru olur bilmem, tanismis olduk, dugunundede bulunduk.
Valla emmoglu eski onyargisinda ne kaa hakli yada deel bilmem amma, bencileyin cokta yazik etmis sayilmaz gendine...(Bunu benden duymadiniz, inkar ederim disarda duysam haberiniz ola....) Gelelim sadede...
Umit beyin dugununde Ferzanin kiraladigi muzisyen ondan sarki sooleyerek seref vermesini rica ettiginde adam kahramanlik turkileri sooledi. EEE kahramanca hissetti gendini zaar kizi yasinda kizla evlenince demeye kalmadan oturdugum masadaki daha onceden tanimadigimiz bir ciftin karisi dayanamayipta," ay, valla simdi bileklerimi kesicem,"deyince bende sigortalar atti ve gulmeye basladim dogal akibeti bu sinirsel acidan hassas durumda...
Iste hikaye bundan ibaret ama simdi bu adamcagizin ne zaman USa ya geldi gitti, ne alisveris yapti, ne isle mesgul gibi luzumsuz bilgilerini hic sormasam bile dinlerim senelerdir.
Yani ne alaka size soruyorum simdi? Carolynn Myss hanim sanki bu hikayeyi dinlemiste ustune kitap yaziyim bari demis gibi oldu sanki bana. Tabiyki isin asli oole deel ama vakit vede Turkce cevirisini bulursaniz bu kitabin okuyun derim. Bu tip hikayelerin tesadufmu yoksa hayatta tesaduf olurmu hic diye bir tartismaya girdiginizde bilgi dagarciginizda bulunsun. Saglicakla kalin
Birbaska amator yazar Ulug kabilesinden
Simten

-Mehveşten Not;
ek not: Irmak'la daha küçük olduğu bir dönemde , bir de Erol Evgin'le karşılaşmışlığımız var, o da bizim oralarda oturuyor, yine manavda karşılaştık. Ben aa Irmak bak Erol Evgin, tanıdın değil mi? dedim, adamcağız da tüm kibarlığı ve hakla ilişkiler gülümsemesi ile Irmağa bakıyordu. Bizimki gayet iyi tanıdığı halde gudubet bir şekilde tanımadığını söylemiş ve bütün hatırlatma çabalarına karşı katiyen tanımamazlıktan gelmişti, utancımdan yere baktım herhalde, Erol Evgin'in siyah rugan ayakkabıları hala gözümün önündedir...
Devamını Okuyunuz

Yeni Yıl 2009


2008 yılını da bitirdik. Hafızamdan hiç gitmeyen ve bu yıl değişimlerinde hep hatırladığım “gençlikte günler kısa, yıllar uzun; yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa gelirmiş” lafının ikinci kısmının etkisine girdiğimi zannediyorum ki sanki üçüncü milenyuma daha yeni girmişiz gibi gelirken üzerinden tam 9 yıl geçmiş. Hatırlarsınız, o günlerde bilgisayarların yıl haneleri 2 basamaklı olarak ayarlanmış olduğundan 2000 yılına geçince 99’dan 00’a düşecek olan yıl hanesi yüzünden sistemlerde pek çok hata olacağı, bankaların hapı yutacağı, hatta uçakların bile düşme riski olacağından yılbaşını havada geçirmenin tavsiye edilmediği bir yılbaşı geçirmiştik. Allahtan korkulan olmadı da ne finans sektörü çöktü, ne de uçaklar düştü. Her ne kadar 2000 yılı geçtiğimiz bin yılın son günü olsa da hep yeni bin yılın ilk yılı olarak algılandı. Artık ölmez de sağ kalırsak 3000 yılına girerken o yılı yeni milenyumun ilk yılı kabul edip geçen seferden aldığımız yılın telafisini yaparız.
Her bayram arifesinde yaptığımız gibi bu sene de fabrikada yeni yıl arifesinde sundurmanın altında toplaşıp kutlama yapmanın planlandığı saatlerde naçizane biz müdürlerin de birer kısa konuşma yapması istendiğinde ne konuşsam diye düşünürken hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Daha kısa pantolonlarla Esit’in kapısından içeri babamın elini tutarak girdiğim o ilk stajyerlik zamanımın üzerinde tamı tamına 25 sene geçmiş. Konuşmamı bu fikir üzerine oturtup şöyle 2 dakikalık bir konuşma hazırlamıştım ki benden önce söz alan Apo Bey’in “Bundan sonra FB, GS, BJK yok. Hepimiz bu sene Sivas’lıyız” dan oluşan veciz ve uzun sözlerinin ardından bir hayli ciddi olan konuşmamın ardından evlerimize bir türlü dağılamadık. Yılbaşı sürprizi olarak yılın son günü yaptığımız bir sevkiyatın TIR’ı, yağmakta olan kardan etkilenip kayarak cümle kapısını kapatınca fabrikada mahsur kaldık. Afet Koordinasyon merkezinin sadece Fabrikalar Sokak, Esit mevkiinin kapalı olduğunu beyan edip “her ne kadar hazırlıysak da bu işe nasıl engel olamadık” der gibi hayret dolu bakışlarının çaresizliğinde, yılbaşımızı ilk kez tüm Esit ailesi olarak fabrika bünyesinde geçirme ihtimalimiz olsa da, 1 saate yakın bir beklemenin ardından gelen çekicinin sayesinde evlerimizin yolunu tutabildik.
Bu sene diğer senelerden farklı olarak “evde arkadaşlarımızı ağırlamak” temalı bir kutlama planlamıştık. Plana göre zeytinyağlıları biz hazırlayacak, ana yemek olan geleneksel “hindi dolması” dışarıdan ısmarlanıp arkadaşlarımız tarafından getirilecekti ve nihayetinde de böyle oldu. Her zaman nerenin nesi meşhursa onu yemeği adet edinmiş olan bendenizin yılbaşı için zaten başka seçeneğimin olmadığını da anlamışsınızdır. Yalnız hindi tavuğa göre biraz yapılı bir mahlukat olduğundan toplamda yedi kişinin yiyebileceğinin neredeyse dört katı büyüklükteki dolma ve iç pilavı, ki içerinde kuş üzümü ve dolma fıstığı ihmal edilmemişti, öncesinde de günün son ziyafeti düşünülerek fazla doldurulmamış midelere indirilmeden önce sofraya oturulur oturulmaz tüketilmeye başlanan börek, kereviz salatası, pilaki, mücver, yaprak sarma, patlıcan kızartması ve mercimek köftesi’nden oluşan zeytinyağlılara eşlik eden baget ekmeğin dayanılmaz tazelikteki çıtırlığı ile midelerin istiap haddi doldurulmuş gibiydi.
Sofradan kalkılıp da salonlarımıza geçtiğimizde demlenmiş olan tavşankanı çaylarımızın yanına, aynı zamanda Kapadokya seyahatimizin de elemanlarından olan Jeyn’in hazırlayıp getirmiş olduğu “çiiz keyk” ve “ıslak kekin yanında bizde hazırlanmış olan genellikle Ramazan tatlısı olarak sofralarımızda baş tacı ettiğimiz güllaç da yenince mideler İstanbul minibüslerinin mesai saati keşmekeşindeki yüklemesine benzedi. Ancak bu arada Sevgi’nin ortama sunduğu ve Kapadokya seyahatimiz esnasında bu günler düşünülerek edinmiş olduğumuz Ürgüp çerezleri olan “sütte marine edilip kavrulmuş kabak çekirdeği”, çıtır kayısı çekirdeği, âlâ fındık, soya sosuna banılıp çıtırılmış leblebi ve badem “bastırsın” diye tüketilmeye başlandı. Ancak ne var ki normal hafta içi mesaisi yaparak gelinilmiş ortamda tıka basa yedikten sonra bastıran rehavetin etkisiyle herkes bir koltukta yayılıp kendine gelmeye, mideye indirdiklerini öğütmeye çalışarak, yemini bütün olarak mideye indirdikten sonra sindirebilmek için adeta kış uykusuna yatan yılanlar halini aldık. Halbuki gece için artık yılbaşı toplantılarında klasikleşmiş TABU oyununun yanı sıra, ki benim ömrü hayatımda Tabu oynamışlığım yoktur, Gürkan’ın bir savaş strateji oyununu da planlamış olmasına karşın kimsenin ne devinmeye ne de oyunu başlatmak üzere kontağı çevirmeye niyeti veya gücü kalmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde aramıza katılan son konuğumuzun getirdiği “Şekerpare”ler ise maalesef ki ne kadar istenmiş olsa da boğazlardan geçmeye yer bulamadığından yeni yılın ilk saatlerinde olağan işlevlerini yerine getirememişti.
Saatin gece yarısına yaklaştığında ne zaman yeni yıla gark olduğumuzu bilmek adına bütün gece kapalı olan televizyonu açıp geleneksel dansöz yerine Hadise’nin önümüzdeki aylarda örevizyon şarkı yarışmasına katılacak olan “DümTekTek” şarkısı eşliğinde dışarıda havai fişekler eşliğinde ikibinsekizi bitirip ikibindokuza adımımızı atmış olduk.
Normalde hep esiri olduğumuz televizyonu kapatınca çocuklarda içerde kendilerince eğlendiğinden biz büyükler CD’den dinlediğimiz nostaljik “Issız Adam” film müzikleri ile yeni edinmiş olduğum Abba ve Boney-M şarkıları nostaljiye nostalji kattık.
Burçak’ın uyuması, Başak ve Berkecan’ın artık sıkılmalarıyla birlikte tabu oyunu oynama istekleri, verilmiş bir sözü yerine getirebilmek amacıyla kısa bir tur yapmak üzere oyuna başlamamızı sağladı. Ancak küçüklerin o bitmek tükenmek bilmeyen engin enerjileri karşısında gözlerini açmakta zorlanan biz büyüklerin “enerjikler” karşısında “ezik” sıfatıyla taçlandırılmamıza yol açtı.
Gecenin sona ermesi saatin dördü gösterdiği sularda biterken gözlerdeki uykusuzluk ve midelerdeki ağırlık bir sonraki yılbaşısına kadar unutulmak üzere “evli evine” düsturuyla dağılındı.
Devamını Okuyunuz