Ön Yargılar

Önyargılarım Akşamları Saba Tümer’i seyrediyor musunuz? Haber Türk adlı kanalda akşam onbir civarı her telden, her türden gündemdeki, meşhur veya tanıdığı kişileri çıkartıp onlarla biraz sohbet ederken biraz da sanki kendini göstermek istermişçesine, konu ne olursa olsun gözlerini belertip ağzını kocaman açarak şaşırmalar, şuh kahkahalar, ama sonucunda sıcak hoş bir sohbet gerçekleştirerek insana biraz boş biraz da hoş zaman kaybettirip akşam kafayı boşaltan bir program yapıyor. Konuklarından sonuncusu geçen akşam Ümit Tokcan vardı. Hani daha önceki bir yazımda konusunu etmiş, yıllar önce bir gazetenin kadın ekinde hain bir katili canlandırdığı için gıcık olmuşluğum olan, ama son zamanlarda belki artık yaş kemale erdiğinden eski dostlar olan bu duayen sanatçıların hepsine duyduğum saygının bir yansıması, ya da belki artık kendisinin bile hatırlayamayacağı, kıçı kırık bir rol yüzünden kendisine uzun yıllar haksızlık etmiş olmanın dayanılmaz hafifliğinden son zamanlarda, hele ki kendisini Cuma köşeme konuk ettiğimden beri bir ısınma, bir yakınlaşma hissediyordum. Dün akşam programı seyrederken ise ne düşüneceğimi bilemeyip ikilemde kaldım.
Önce yakın zamanlarda yaptığı bir enayiliği duyunca içimde bir acıma duygusu belirdi. Evden çıkmak üzere iken kravatının buruşuk olduğunu görüp ütülemek için çıkarmaya üşenince, üzerinde ütülemeye kalkmış. Buraya kadar ve ütüyü kravata basana kadar her şey makul ve mantıklı gözükse de kravatın iyi ütülenip ütülenmediğine bakmak için aynayı kullanmadan ve ütüyü kravatın üzerinden çekmeden kafayı eğince o sırada ütülemekte olduğu üst kısma yakın olan ütünün ucunu çenesiyle göğsüne doğru bastırınca kızgın ütü göğsüne yapışıp canını bayağı bir yakmış. Peşinden aynı programa katılan arkadaşının onun vakti zamanında katıldığı bir Sümer Ezgü programındaki anısını anlatınca kendisi hakkında boş yere senelerce o hissimi korumadığıma kani oldum. TRT’de canlı yayınlanan bir yayın esnasında hava olsun diye Sümer Ezgü tarafından stüdyoya getirilip ortalığa salınmış güvercin masanın üzerinde yürürken oracığa pisleyince, hazret canlı yayını bile dinlemeden Sümer’e dönüp “amma kötü program yapıyorsun bak güvercin bile ederim böyle programın içine diyor” diyerek muhtemeldir ki o günden bu yana Sümer Ezgü’nün de benimle kendisi hakkında aynı hisleri beslemesine yol açmıştır diye düşünüyorum.
Bir de gıcık olduğum Can vardı. Üniversitede okurken benim gibi elektronik mühendisliği bölümünde ama bizden daha önce okula başlamış ama iyi bir öğrenci olduğundan kalmış olduğu derslerden bazılarında o tekrar ederken birlikte okuma şansım (belki de şanssızlığım olmuştu). Onu ilk bilgisayar dersinde fark edip adamakıllı gıcık olmuştum. O zamanlar daha bilgisayar denince, lafını bile duyduğumuzda önümüzü iliklerken, ki gerçeğini görmek zaten pek mümkün değildi, ilk dersimizde hocamız Cem Kum Bey’in bizleri derse katmak adına sınıfa dönüp yazdığı programda kullanmak üzere değişken ismi istediğinde konumuzun kahramanı olan Can, o anda bana göre, olanca gıcıklığı ile değişken ismi olarak ENAYİ seçeneğini sunmuştu. Hocamız da hem bu laf öğrenciler arasından geldiğinden hem de insanların bilgisayara olan korkularını ve çekingenliklerini yeneceğini düşünüp büyük bir memnuniyetle bu ismi kabul etmişti. Etmişti ama benim de derse olan tüm saygım yitip gitmişti. Ne münasebet, saygın bir derste, nasıl böyle bir enayilik yapılabilirdi ki? İşte bu hislerden dolayı hem dersi dinleme hem de dersi sevme konusunda bir hayli yara aldım. Halbuki o bilgisayar dersi ki benim daha sonraki hayatımı kazanmamdaki en önemli role sahipti. Can’ı o dersten sonra diğer bilgisayar derslerinde de artık hocamızı da ele geçirmiş olmanın ukalalığı ile bazen UKALA, bazen SALAK gibi nezih değişkenler bulma konusunda yaratıcılığını doruklara tırmandırırken gözümde de çukurların ters doruklarına doğru emin adımlarla gidiyordu. Tüm bu enayiliklerin üzerine bir de ders aralarında elinden düşürmediği piposuyla benim gibi bir tütün karşıtına karşı yapılmaması gerekenleri yapıp tüm haklarını kaybetmişti.
Ne var ki mezun olduktan sonra devam ettiğim İstanbul İşletme de aynı sınıfa düşüp bir de aynı sıraya konuşlanıp da kendisini daha yakından tanıyınca önceki dört sene kendisini her gördüğümde tepeye vuran gıcıklık katsayımı hiç de hak etmediğini gördüm. E be kardeşim, nereden çıkardın şu enayi enayiliğini.
Peki gıcık olmak istediğim ama şirinliğinden ötürü de bir türlü gıcık olamadıklarım da var tabi. Bunlardan en birincisi Mithat Körler. O ne şirinliktir yarabbi. Adamın sanki bir şirinlik muskası olan tombik yanaklarını sallandıra sallandıra bir gamzelerini çıkarışı vardır ki yaptığı o dinlemenin zül olduğu şarkılarına bile katlanası gelir insanın. Ama uyanık olmadığı da kesinlikte söylenemez. Hem memleketi Eskişehir’i hem de Türk Milli takımlarını desteklemek gibi bir misyon taşıdığından hemşericilik ve milli hamasiyet sebebiyle bir türlü ortalıktan kaybolup da gidemez. Aynı duyguyu sesinin o ince ve neredeyse dinlenmemeli olarak nitelendirilmesi gerektiği halde, daha iyi yaptığı dansı bıraktıktan sonra bizlere eza olsun diye şarkı söylemeye başlayıp neyse ki parayı söylerken değil de söyleyenlere kaset yaparken daha kolay kazanıldığını fark ettiğinden şarkı söylemeyi sadece dost toplantılarına ve nostalji programlarına saklayan Hakan bey için de söyleyebiliriz. Beni doğduğundan beri yakinen tanıyan kardeşim mutlaka buna itiraz edip, kendisinin kasetlerini alıp dinlediğimiz söyleyecek olsa da, bu durumda diyeceğim tek şey kendisine ait tek kaseti aldığım ve bunu bir misyon gerçekleştirip en yakası açılmadık, yani tanınmamış, yeni yetenekleri topluma kazandırma adına yaptığımı söyleyerek yukarıdaki sözlerimin arkasında mağrur ve eğilmeden duruşumu gösterebilirim.
Güzel yaptığı işi yarıda bırakıp abuk subuk işler yapanlardan bir başkası da gene eski dansçılardan çıktı bana göre. Kardeşi veya yanılıyorsam kuzeni Coşkun gibi dansçı olan Yasemin de dans etmeyi bırakıp, ilk özel televizyonumuz olan Mecik Star’ın dolduruşuyla akşam onikiden sonra kameraya doğru poposunu sallayarak deli olan kanımı iyice kaynatsa da, güzel dans etmesine rağmen ortamı Oya Bale Grubuna terk etmiş olması sebebiyle asla affetmeyeceğim bir yitik. Acaba şimdilerde ne yapıyordur? Söz dansçılardan açılınca adını anmadan geçilmeyeceklerden en önde geleni Yonca olacaktır. Gene bir misyon sahibi olmanın gereği ilk kasetini daha piyasaya çıkar çıkmaz almış olan bendeniz, Hakan Peker’den farklı olarak kendisinin takip eden tüm kasetlerini de edinerek desteğimi sonsuza kadar sürdürdüysem de Huysuz’la beraber yaptığı programdaki anlamsız jüri üyeliği sebebiyle gözümde değerini biraz düşürdüğü gibi, Huysuz’un rahatsızlanıp da bayıldığı pozisyonda olayın bir şov olduğunu zannederek attığı zoraki kahkahası başkalarında aynı etkiyi yarattı mı bilmiyorum ama benim iyice tepkimi almıştı. Halbuki ne şirin rollerde Devekuşu Kabare ile sahne almıştı. Hem dansı, ki Oya Bale Grubu tadında, hem de çatal sesiyle şirin kız çocuğu rolleri kendi adına bir şeyler yapıp meşhur olduktan sonra dinlediğim ve seyrettiğim Zeki-Metin kabarelerinde karşımıza çıkmıştı.
Pekiiii. Çocukken annenizin elini tutmuş da alışverişe gittiğinizde karşınıza Evcimik çıksa ne yaparsınız? Tek doğru cevap tabi onun o olduğunu inkar edip annenizi dövmeye başlarsınız değil mi? Bu konuya nereden girdin diye soracak olursanız, Yonca’nın o en meşhur olduğu sıralarda yeğenim Irmak’ın karşısına çıkması var ki bu da anlatılmadan geçilmeyecek bir olay. Annesiyle alış veriş yaparken, muhtemelen bakkal veya manavda Yonca karşılarına çıktığında ablam olanca içtenliğiyle kendisini tanıyıp tanımadığını sorduğunda, meşhur bir kişiyi görüp de mahcup olan Irmak’ın annesine vurarak gördüklerinin her zaman televizyonda izleyip de danslarını taklit ettiği kişi olduğunu inkar etmesi on yaş öncesi çocukların aynı durumda verdikleri tıpkı basım (klişe) bir harekettir diyorum ve yazıma da noktamı koyuyorum.

-Simten Ablamızın Katkısı;
Canim kuzenim Mehmet ve diger gurup okuyuculari, Valla her nekadar onceden Carolyn Myssin," insanlar gurup halinde renkarne oluyorlarlar," desede vede,' onceden aramizda kontratlar yaparak bu dunyaya geliyoruz,' desede inanamiyordum ama bu emmeoglumun son yazisindan sonra inandim simdi.
Niyesine gelice sevgili okuyucularim,
27 sene USa da yasadim su anda Almanyadayim. Ama bu senelere baslamadan evvel 2 senede Jeddah Suudi Arabistanda yasadim. Orada 4 kiz ayni evde kalirdi lojmanda, 2 kizda ayni odayi paylasirdi. Iste bu evlerde bendeniz yasarken Ferzan arkadasimla ayni evde hosteslige baslamistik.
Aradan 20 sene gectikten sonra, ben aklim kemale gelipte, ODTu ye 500 kusur fen puani ile girip sonrada babama inat okumayi birakip hosteslige basladiktan cok seneler sonra, tip okumaya basladigimda Mayland universitesinde, bu bahsettigim Ferzan arkadasimla karsilastim. Hele bide ordaki graduate ve under garad talebelerin Turk ogrenciler talebe cemiyetlerinin baskanligini yaparken, okuldaki nadir kurulan pazarlari yardimcimla geziyorduk. "Ya sen soole durda ben su kupelere bakiyim, adeta turk-islerine benziyorlar demeye ,' kalmadan cocuga Ferzanla gozgoze geldik. Uzun lafin kisasi Ciddede biraktigimiz arkadasliga yeniden baslamis olduk 20 sene sonra. Ben Marylandde oturuyorum oda Virginiada, Ferzanda o sirada gumus isine girmis bizim okulada satisa gelmis. Gel zaman git zaman efendime soyliyeyim, bu arkadaslik isi iyice samimiyete donustu bugunde Ferzan sayesinde Umit Tokcani sevenler dernegine facebookta uye oldum. 'Aha ne alakasi var ', demek icin sakin acele etmeyin bakalim hemen.
Efendim Ferzan arkadasimin birde Lalehan diye bir kizkardesi var. Bu kizcagiz babasi yasindaki Umit Tokcana asik olmus, aileside cok utandigindan onun dugununu Amerikada yapmaya karar verince Ferzan kiz kardesi icin sorumlulugunu uzerine alarak gorevi geregi kizkardesine guzel bir dugun yapti. Iste o zaman bende Umit beyle; abimiz desem dahami dogru olur bilmem, tanismis olduk, dugunundede bulunduk.
Valla emmoglu eski onyargisinda ne kaa hakli yada deel bilmem amma, bencileyin cokta yazik etmis sayilmaz gendine...(Bunu benden duymadiniz, inkar ederim disarda duysam haberiniz ola....) Gelelim sadede...
Umit beyin dugununde Ferzanin kiraladigi muzisyen ondan sarki sooleyerek seref vermesini rica ettiginde adam kahramanlik turkileri sooledi. EEE kahramanca hissetti gendini zaar kizi yasinda kizla evlenince demeye kalmadan oturdugum masadaki daha onceden tanimadigimiz bir ciftin karisi dayanamayipta," ay, valla simdi bileklerimi kesicem,"deyince bende sigortalar atti ve gulmeye basladim dogal akibeti bu sinirsel acidan hassas durumda...
Iste hikaye bundan ibaret ama simdi bu adamcagizin ne zaman USa ya geldi gitti, ne alisveris yapti, ne isle mesgul gibi luzumsuz bilgilerini hic sormasam bile dinlerim senelerdir.
Yani ne alaka size soruyorum simdi? Carolynn Myss hanim sanki bu hikayeyi dinlemiste ustune kitap yaziyim bari demis gibi oldu sanki bana. Tabiyki isin asli oole deel ama vakit vede Turkce cevirisini bulursaniz bu kitabin okuyun derim. Bu tip hikayelerin tesadufmu yoksa hayatta tesaduf olurmu hic diye bir tartismaya girdiginizde bilgi dagarciginizda bulunsun. Saglicakla kalin
Birbaska amator yazar Ulug kabilesinden
Simten

-Mehveşten Not;
ek not: Irmak'la daha küçük olduğu bir dönemde , bir de Erol Evgin'le karşılaşmışlığımız var, o da bizim oralarda oturuyor, yine manavda karşılaştık. Ben aa Irmak bak Erol Evgin, tanıdın değil mi? dedim, adamcağız da tüm kibarlığı ve hakla ilişkiler gülümsemesi ile Irmağa bakıyordu. Bizimki gayet iyi tanıdığı halde gudubet bir şekilde tanımadığını söylemiş ve bütün hatırlatma çabalarına karşı katiyen tanımamazlıktan gelmişti, utancımdan yere baktım herhalde, Erol Evgin'in siyah rugan ayakkabıları hala gözümün önündedir...
Devamını Okuyunuz

Yeni Yıl 2009


2008 yılını da bitirdik. Hafızamdan hiç gitmeyen ve bu yıl değişimlerinde hep hatırladığım “gençlikte günler kısa, yıllar uzun; yaşlılıkta günler uzun, yıllar kısa gelirmiş” lafının ikinci kısmının etkisine girdiğimi zannediyorum ki sanki üçüncü milenyuma daha yeni girmişiz gibi gelirken üzerinden tam 9 yıl geçmiş. Hatırlarsınız, o günlerde bilgisayarların yıl haneleri 2 basamaklı olarak ayarlanmış olduğundan 2000 yılına geçince 99’dan 00’a düşecek olan yıl hanesi yüzünden sistemlerde pek çok hata olacağı, bankaların hapı yutacağı, hatta uçakların bile düşme riski olacağından yılbaşını havada geçirmenin tavsiye edilmediği bir yılbaşı geçirmiştik. Allahtan korkulan olmadı da ne finans sektörü çöktü, ne de uçaklar düştü. Her ne kadar 2000 yılı geçtiğimiz bin yılın son günü olsa da hep yeni bin yılın ilk yılı olarak algılandı. Artık ölmez de sağ kalırsak 3000 yılına girerken o yılı yeni milenyumun ilk yılı kabul edip geçen seferden aldığımız yılın telafisini yaparız.
Her bayram arifesinde yaptığımız gibi bu sene de fabrikada yeni yıl arifesinde sundurmanın altında toplaşıp kutlama yapmanın planlandığı saatlerde naçizane biz müdürlerin de birer kısa konuşma yapması istendiğinde ne konuşsam diye düşünürken hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Daha kısa pantolonlarla Esit’in kapısından içeri babamın elini tutarak girdiğim o ilk stajyerlik zamanımın üzerinde tamı tamına 25 sene geçmiş. Konuşmamı bu fikir üzerine oturtup şöyle 2 dakikalık bir konuşma hazırlamıştım ki benden önce söz alan Apo Bey’in “Bundan sonra FB, GS, BJK yok. Hepimiz bu sene Sivas’lıyız” dan oluşan veciz ve uzun sözlerinin ardından bir hayli ciddi olan konuşmamın ardından evlerimize bir türlü dağılamadık. Yılbaşı sürprizi olarak yılın son günü yaptığımız bir sevkiyatın TIR’ı, yağmakta olan kardan etkilenip kayarak cümle kapısını kapatınca fabrikada mahsur kaldık. Afet Koordinasyon merkezinin sadece Fabrikalar Sokak, Esit mevkiinin kapalı olduğunu beyan edip “her ne kadar hazırlıysak da bu işe nasıl engel olamadık” der gibi hayret dolu bakışlarının çaresizliğinde, yılbaşımızı ilk kez tüm Esit ailesi olarak fabrika bünyesinde geçirme ihtimalimiz olsa da, 1 saate yakın bir beklemenin ardından gelen çekicinin sayesinde evlerimizin yolunu tutabildik.
Bu sene diğer senelerden farklı olarak “evde arkadaşlarımızı ağırlamak” temalı bir kutlama planlamıştık. Plana göre zeytinyağlıları biz hazırlayacak, ana yemek olan geleneksel “hindi dolması” dışarıdan ısmarlanıp arkadaşlarımız tarafından getirilecekti ve nihayetinde de böyle oldu. Her zaman nerenin nesi meşhursa onu yemeği adet edinmiş olan bendenizin yılbaşı için zaten başka seçeneğimin olmadığını da anlamışsınızdır. Yalnız hindi tavuğa göre biraz yapılı bir mahlukat olduğundan toplamda yedi kişinin yiyebileceğinin neredeyse dört katı büyüklükteki dolma ve iç pilavı, ki içerinde kuş üzümü ve dolma fıstığı ihmal edilmemişti, öncesinde de günün son ziyafeti düşünülerek fazla doldurulmamış midelere indirilmeden önce sofraya oturulur oturulmaz tüketilmeye başlanan börek, kereviz salatası, pilaki, mücver, yaprak sarma, patlıcan kızartması ve mercimek köftesi’nden oluşan zeytinyağlılara eşlik eden baget ekmeğin dayanılmaz tazelikteki çıtırlığı ile midelerin istiap haddi doldurulmuş gibiydi.
Sofradan kalkılıp da salonlarımıza geçtiğimizde demlenmiş olan tavşankanı çaylarımızın yanına, aynı zamanda Kapadokya seyahatimizin de elemanlarından olan Jeyn’in hazırlayıp getirmiş olduğu “çiiz keyk” ve “ıslak kekin yanında bizde hazırlanmış olan genellikle Ramazan tatlısı olarak sofralarımızda baş tacı ettiğimiz güllaç da yenince mideler İstanbul minibüslerinin mesai saati keşmekeşindeki yüklemesine benzedi. Ancak bu arada Sevgi’nin ortama sunduğu ve Kapadokya seyahatimiz esnasında bu günler düşünülerek edinmiş olduğumuz Ürgüp çerezleri olan “sütte marine edilip kavrulmuş kabak çekirdeği”, çıtır kayısı çekirdeği, âlâ fındık, soya sosuna banılıp çıtırılmış leblebi ve badem “bastırsın” diye tüketilmeye başlandı. Ancak ne var ki normal hafta içi mesaisi yaparak gelinilmiş ortamda tıka basa yedikten sonra bastıran rehavetin etkisiyle herkes bir koltukta yayılıp kendine gelmeye, mideye indirdiklerini öğütmeye çalışarak, yemini bütün olarak mideye indirdikten sonra sindirebilmek için adeta kış uykusuna yatan yılanlar halini aldık. Halbuki gece için artık yılbaşı toplantılarında klasikleşmiş TABU oyununun yanı sıra, ki benim ömrü hayatımda Tabu oynamışlığım yoktur, Gürkan’ın bir savaş strateji oyununu da planlamış olmasına karşın kimsenin ne devinmeye ne de oyunu başlatmak üzere kontağı çevirmeye niyeti veya gücü kalmıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde aramıza katılan son konuğumuzun getirdiği “Şekerpare”ler ise maalesef ki ne kadar istenmiş olsa da boğazlardan geçmeye yer bulamadığından yeni yılın ilk saatlerinde olağan işlevlerini yerine getirememişti.
Saatin gece yarısına yaklaştığında ne zaman yeni yıla gark olduğumuzu bilmek adına bütün gece kapalı olan televizyonu açıp geleneksel dansöz yerine Hadise’nin önümüzdeki aylarda örevizyon şarkı yarışmasına katılacak olan “DümTekTek” şarkısı eşliğinde dışarıda havai fişekler eşliğinde ikibinsekizi bitirip ikibindokuza adımımızı atmış olduk.
Normalde hep esiri olduğumuz televizyonu kapatınca çocuklarda içerde kendilerince eğlendiğinden biz büyükler CD’den dinlediğimiz nostaljik “Issız Adam” film müzikleri ile yeni edinmiş olduğum Abba ve Boney-M şarkıları nostaljiye nostalji kattık.
Burçak’ın uyuması, Başak ve Berkecan’ın artık sıkılmalarıyla birlikte tabu oyunu oynama istekleri, verilmiş bir sözü yerine getirebilmek amacıyla kısa bir tur yapmak üzere oyuna başlamamızı sağladı. Ancak küçüklerin o bitmek tükenmek bilmeyen engin enerjileri karşısında gözlerini açmakta zorlanan biz büyüklerin “enerjikler” karşısında “ezik” sıfatıyla taçlandırılmamıza yol açtı.
Gecenin sona ermesi saatin dördü gösterdiği sularda biterken gözlerdeki uykusuzluk ve midelerdeki ağırlık bir sonraki yılbaşısına kadar unutulmak üzere “evli evine” düsturuyla dağılındı.
Devamını Okuyunuz